25 Aralık 2013 Çarşamba

Şans Kapıyı Kapatınca...

Tarih 17 Kasımı gösterirken biz Kazablanka’ya doğru yol alıyoruz. Rabat otogarından 15.30`da otobüse binip, saat 17.00`de Kazablanka’da iniyoruz.


 Fas sınırları içinde seyahat edecekseniz GTM firmasını tercih etmenizi öneririz zira diğer otobüslere göre çok daha güvenilir.
Kazablanka, İspanyolca ‘da “casa blanca” yani beyaz ev anlamına gelir. Bu şehir Atlas okyanusunun kıyısında 3.800.000 nüfuslu bir liman kentidir. Aynı zamanda Fas’ın en büyük şehridir. 
Biz gezilerimiz boyunca ulaşım araçlarını dinlenme yerleri olarak kullanıyoruz. Bu yolculuğumuzda da 1,5 saatlik bir uyku çektik. Otobüsten iner inmez yaptığımız ilk şey bir döviz bürosu bulup paralarımızı dirheme çevirmek oluyor. Size paralarınızı seyahat edeceğiniz ülkeye gitmeden önce çevirmenizi tavsiye ederiz. Çünkü bu şekilde para kaybınız çok daha az olur.


Kaybolan evraklarımız nedeniyle gideceğimiz otelin adından başka hiçbir bilgimiz yoktu. Yine taksicilere sora sora yolumuzu bulmaya çalıştık.  En sonunda bir internet bulup otelin adresini doğru bir şekilde aldıktan sonra doğruca otele gittik. Otel de denilmez aslında. Apart daire desek daha doğru olur. Geceliği kişi başı 207 dirhem olan bu apartta sıcak su bile yoktu.


 Biraz dinlenip ailelerimizle konuştuktan sonra şehir turuna çıktık. Hava karanlık… Saat 19.00 suları… Aç ve meraklı bir halde merkeze inebilmek için kuafördeki bir Fransız bayana yol sorduk. Yolu gösterirken bu saatte sokakların tehlikeli olabileceğini özellikle çantalarımızı çok dikkatli korumamız gerektiğini söyledi. Yine korku dolu anlar başlamıştı yani… Kenetlenmiş bir halde merkeze doğru yürümeye başladık.  Hem Hassan II Cami’sini görmek hem de yemek yemek istiyoruz. Yine taksiye atlayıp Hassan II Cami’ne gidiyoruz ama camiye giriş saati çoktan geçmiş. Gece görmüş olduk yarın tekrar geliriz diyerek aynı taksiyle merkeze geri döndük.
Bu arada Fas’ta pazarlık yapmayı öğrenmelisiniz. Sıkı bir pazarlıkla size söylenen fiyatı dörtte bir oranında indirebiliyorsunuz. Aaa bir de şu var… Fas’ta iki çeşit taksi var. Biri beyaz külüstür Mercedesler, diğerleri de üzerlerinde petit taksi yazan küçük kırmızı taksiler.  Bu küçük taksilere en fazla üç kişi binebiliyormuş. Biz dört kişi olduğumuz için taksi bulma konusunda epey zorluk çekmiştik.
Yemek için ilk gördüğümüz restorana girdik. Menü çok ihtişamlı ve lezzetliydi. Humuslu bir et yemeği söyledik o da oldukça lezzetliydi.


 Yemekler de yendiğine göre yine gezme zamanı… Sırada Kazablanka filmindeki ünlü Rick`s Cafe var. Kazablanka filmi 1942 yılında bu kafede çekilmiş ve şehre şu anki ününü kazandırmıştır.Yine taksiye binip kafeye gidiyoruz. Bu sefer de yoğunluktan giremiyoruz içeriye.  O da yarına kaldı yani… 
Kazablanka’daki gidilebilecek bir diğer yer de Twin Center’dı. Biz de şansımızı denemeye karar verdik ve bu defa şans bizden yanaydı… Kazablanka Twin Center adlı bu iki gökdelenin her biri 28 katlı. Gökdelenlerden biri mağaza ve ofisler için kullanılırken, diğeri ise beş yıldızlı bir otel olarak kullanılıyor. Görkemli binanın kapısından içeri girince sol taraftaki saatler oldukça ilgi çekici. Çok nezih bu binanın 28. Katındaki terasına ulaşmak asansörle bile dakikalarımızı alıyor. 28. kattaki Kazablanka manzarasıyla büyüleniyoruz… Şehir ışıklarıyla göz kamaştırıyor ama davulun sesi uzaktan hoş gelir tabi ki… Burada bir iki saat vakit geçirdikten sonra, artık otele dönme zamanı… Soğuk otelimizde kabanlarımızda uyumaya çalışıyoruz.

Ertesi gün yaptığımız ilk şey tekrar Hassan II Cami’sine gitmek oluyor. Hassan II Cami, Atlantik kıyısında denizin doldurulmasıyla inşa edilmiştir. Aynı anda 25.000 kişinin ibadet etmesine olanak verecek derecede büyük bir camidir. Ancak asıl önemini 210 metre uzunluğunda minaresiyle kazanmıştır. Bu minare Dünya’nın en uzun minaresidir. Camiyi 60 dirhem karşılığında gezmeniz mümkün. 




Bu yapıyı da bitirdikten sonra tekrar Rick`s Cafe`ye geçiyoruz. Zaten oldukça yakın mesafede… Fakat bu seferde zamanımız kısıtlı olduğu için içine giremiyoruz. Ama önünde bol bol fotoğraf çekilmeyi ihmal etmiyoruz.


Kazablanka’daki zamanımızı bu şekilde tamamlıyoruz ve Marekeş’e gidebilmek için otogara yöneliyoruz. Fas’taki diğer şehirlerde olduğu gibi Kazablanka’daki otogar da oldukça korkutucu. Başlarımızın kapalı olmasına rağmen çok dikkat çekiyorduk çünkü etrafta bizden başka kadın bile yoktu… Bir süre sonra satıcıların bilet satabilmek için etrafımızı sardığını fark ettik. Her biri Fransızca ya da Arapça bir şeyler söylüyordu. Melis’in bağırmasıyla hepsi kızarak yanımızdan uzaklaştı. İngilizce bilen birini bulup GTM olarak düşündüğümüz ama aslinda oyle olmayan yerel bir otobüse bindik… 
Yolumuz üç saat sürecek… Biz yine uyuma planları yapıyoruz ama…

24 Aralık 2013 Salı

İki Dirhem Bir Çekirdek (!)


İlk durak Algeciras ve önümüzde upuzun 8 saatlik bir otobüs yolculuğu var. Uyumak için ideal… Zaten dun gece de kendimizi `nasıl olsa otobüste uyuruz` diyerek avutmuştuk. Saat 15.30` da Algeciras’a vardık. Algeciras, İspanya’nın güneybatısında, Cadiz’e bağlı bir belediyedir. Feribotla Fas’a geçiş sadece 1,5 saat sürmektedir. Fakat iki ülke arasındaki bir saatlik farktan dolayı, kendinizi yarım saat yolculuk yapmış gibi sayabilirsiniz.

Bu Avrupa’ da bilet çıktıları çok önemli… Şimdi diyoruz sonra nedenlerini anlayacaksınız zaten. Siz yine de bir yerlere not edin bunu. Neyse efendim, bir internet kafede işimizi halledip çıktık. Biraz ilerledikten sonra arkamızdan seslenen çocuğa baktık ve ilk fireyi vermiştik bile… En önemli belgelerimizin bulunduğu flashı orada unutup çıkmışız. Aldık ve yola devam ettik. Feribotu zar zor bulduktan sonra bekleme salonuna geçtik. Bizim için tam anlamıyla bekleme salonu oldu çünkü feribotumuz 2 saat sonraya ertelenmişti. Gitme vakti geldiğinde gümrüğe doğru ilerledik. (bu arada hani şu önemli belgelerimiz vardı ya emek emek renkli çıktısını aldığımız, hah iste onları Melisciğimiz sağ olsun İspanya’ya hediye bırakmış bekleme salonunda… Tabii biz bunun taaaa İtalya’ da farkına varacağız.) Heyecanla biniyoruz feribota. Feribottaki manzara muhteşem… Cebelitarık’ı geçiyoruz.. Bir tarafımızda İspanya diğer tarafta Fas… İspanya’da hava karanlıkken, Fas’ta gün batimi zamanı... Ve biz iki kıtanın tam da ortasında bu eşsiz manzaraya tanıklık ediyoruz.
Feribot kıyıya yanaştığı anda Afrika Kıtası’nın en kuzeyinde Tanger’deyiz. İnternetsiz ve tek başımıza... İndiğimiz ilk anlarda hiç de korkulacak bir şey yokmuş derken, kendimizi yerel taksicilerin içinde buluverdik… Tabi ne Fransızcamız var ne de Arapcamiz..1956 senesinde bağımsızlığını kazanan bu ülkede resmi dil Arapça fakat eskiden Fransa sömürgesi olduğu için Fransızca da şehirde oldukça etkin. İngilizcenin de ise yaramadığı tek yer Fas olsa gerek. Polis memuru bile bilmez mi arkadaş. Neyse korku dolu anlara geri dönelim. Bir suru bağıran çağıran taksi şoförünün arasında hangisini seçeceğiz derken, günün kurtarıcısı Yusuf’la tanıştık. 1 Euro`nun 11 Dirhem `e denk geldiği Fas’da taksiye 5 Euro vererek 55 Dirhem gibi bir fiyata şehir merkezine doğru yol aldık. Otantik Fas müzikleri eşliğinde karanlık ve dar yollardan giderken, birbirimizi asla kaybetmemeliyiz diye planlar yapıyorduk. Ama manzarayla da büyülenmiştik. Hiç olmadığımız kadar özgür, mutlu, hafif kaygılı ve biraz da şaşkındık. Manzara iyi güzel de yol bir turlu bitmiyor... 10 dakika geçti, 20 dakika oldu hala gidiyoruz… Aklımızda acaba kaçırılıyor muyuz soruları… Derken tren istasyonuna geldik. Yusuf sağ olsun Rabat’a olan tren biletlerimizi de ayarladıktan sonra bizimle bir fotoğraf çekilip gitti. 

Artık Yusuf da yok… Kaldık kız başımıza. Trene bindik, bir yandan ortamı inceliyor bir yandan da trenin hareket etmesini bekliyorduk. Her birimiz yorgunuz, Hale çoktan uyumuş… Doğru trende miyiz diye emin olmak için birilerine sorduk. Aldığımız cevap bizi yanılttı ve bir an yanlış trende olduğumuzu sandık. Bizim endişeli konuşmalarımıza uyanan Hale valizini alıp vagonun çıkısına doğru yürüdü, biz de onu takip ediyoruz. En önde Hale arkasında biz tam çıkmak üzereyken tren hareket etmeye başladı. Kompartıman görevlisinin `Rabat Rabat` diye bağırması neyse ki rahatlatti içimizi. Artık uykumuz da açıldığı için etraflıca treni inceledik… Biz diyelim 80lere ait trenler, siz anlayın 70`ler..kirli deri koltuklar, beyaz tavan ışıkları, dokununca açılan ve bir daha kapanmayan yemek sehpaları, hala bize `off!!` dedirten tuvaletleri ve donduran soğuğu… Kapüşonları geçirip soğukta uyumaya çalıştık. Rabat`a 3 saat sonra varacağız. Bir ara tren durdu.. Hepimiz uyandık tabi. Sonrasında geri gitmeye başlamasın mi… Yine korku dolu anlara geri döndük. Biz Tanger’e geri mi dönüyoruz diye düşünürken, kendimizi Rabat’ta buluverdik.
Fas’ın başkenti olan Rabat, Atlas Okyanusu’nun kıyısında bulunan 1 milyon 700 bin nüfuslu bir şehirdir. Şehrin sembolü haline gelen yapı Hasan Kulesi’dir. Şehirde, Atlas Okyanusunun etkisiyle Akdeniz iklimi görülmektedir bu yüzden geceler serin, gündüzleri iliktir.



Modern tren garının ihtişamı bizi büyüledi. O anda şehir gözümüze çok lüks ve modern görünse de asil gerçekle gün ağarınca karşılaştık. İlk soluğu bir fırında aldık, kahvaltılık kruvasanlarımızı da yedikten sonra şehir turuna başladık. Gezilerimize başlamadan önce ilk yaptığımız şey hemen bir şehir haritası bulmak oluyor. Haritaları, “Tourist Information” noktalarından ya da otel veya hostellerden rahatlıkla bulabilirsiniz. Tren garının yakınlarındaki bir otelden haritamızı da aldıktan sonra yola koyuluyoruz.
Rabat’taki duraklarımız sırasıyla:

• Bab El Had
• Le Jardin d'essais botaniques (JEB) de Rabat ( Rabat Botanik Bahcesi )
• Old Medina ( Eski Carsi)
• Qasbah des Ouduya
• Sale – Mavi evler
• Hassan Kulesi ve Kral Mozolesi

Bir yandan haritaya bakıp bir yandan da şehri inceleyerek yolumuza devam ediyoruz. Rabat bir başkent olmasına rağmen, bize 1980`li yılların Türk filmlerindeki İstanbul’u hatırlattı. Trafiği az, binaları alçak, arabaları eski ve sokakları kirliydi. Şehrin bu eski görüntüsüne tezat olarak çok modern bir tramvayı vardı. 
Derken kendimizi Bab El Had Sarayı’nın önünde bulduk. Bu eski sarayın turuncu, taş kapısının önünde fotoğraf çekilip kendimize yeni rota belirledik.

Ulaşım aracı kullanmaktansa, elinde haritayla sokak sokak dolaşıp şehri keşfetmek en iyi yol bize göre. Ki bunu en iyi Rüveyda bilir. Yine bu şekilde ilerlerken yeşillik bir alan ve güzel bir bahçe kapısı görüp içeri giriyoruz. Fransızca adi ` Le Jardin d`essais botaniques de Rabat ( JEB)` olan bu bahçe, Fas’ın halka açık ilk botanik bahçesiymiş. Yeşilin her tonunu barındıran bu bahçe, içerisindeki çeşitli bitki türleriyle bizi ilk basta büyülese de, orada zaman geçirdikçe burnumuza çiçek kokularının yanında idrar kokuları da gelmeye başladı. Böyle güzel bir bahçeyi bu şekilde kirletmelerine söylenerek oradan ayrıldık.
Yürüyerek yolumuza devam ediyoruz. Amacımız Atlas Okyanusu’nu görmek. Okyanusa doğru ilerlerken yolumuzun üstündeki Medinaya da uğruyoruz. Medina, `çarşı anlamına geliyor. Fakat saat henüz erken olduğu için her dükkân kapalı ve sokaklar bos. Medinanın dar sokaklarında hafif korkuyla ilerlerken dükkânların renk renk kapıları bizi büyülüyor.

Sonunda okyanusa varıyoruz. Manzara muhteşem. Uçsuz bucaksız bir deryaya bakıyoruz. Bu manzaraya baktıkça insanın kendisini özgür hissetmemesi imkânsız. 
Kıyının hemen yanındaki Qasbah des Ouduya’ da Rabat’ta görülmesi gereken yerlerden. ` Qasbah` kelimesi şehrin yüksek kısımlarında kurulan kale anlamına gelmektedir ve şehrin işgal zamanlarında liderlerin konakladığı ve savunma amaçlı kullanılan bir yapıdır. Fas`taki çoğu şehirde kasbahlara rastlamak mümkündür.
Yapının içinde mavi sokaklarda dolaşırken yağmura yakalansak da bu sevimli dar sokaklarda fotoğraf çekilmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. 


İyice ıslandığımızın farkına vardıktan sonra, taksi çevirip Sale `ye doğru yol alıyoruz. Bindiğimiz taksi çok eski bir Mercedes. Nereli olduğumuzu soran taksiciye, `Türk’üz` dediğimizde bize söylediği ilk şey Tayyip Erdoğan oluyor. Sadece Rabat`ta değil Fas’ın her şehrinde alıyoruz bu cevabi. Gerçekten Fas`ta çok ünlüyüz. Türklere karşı oldukça yoğun ilgileri var.  

Sale`ye vardıktan sonra bir kafeye girip yağmurun dinmesini bekliyoruz. Girdiğimiz bir Fransız kafesi. Dışarıdan iki dirhem bir çekirdek gibi görünsek de tepeden tırnağa ıslanmış durumdayız. Karşılama sözleri `Bonjour Matmazel` oluyor. İtiraf etmeliyiz ki çok sevdik bu tabiri. Menüye bakıp bize göre oldukça ucuz ama kafenin en pahalı menüsünden 4 tane sipariş veriyoruz. İşte o an garsonların yüz ifadesi değişiyor ve etrafımızda pervane olmaya başlıyorlar. Menünün fiyatı 40 Dirhem yani 4 Euro. Kocaman bir Fransız sandviçi, taze sıkılmış portakal suyu, kimyonlu yumurta ve son olarak da Fas`ın kendine özgü nane çayı geliyor önümüze. Fas`a gidip de nane çayı içmeden dönmek olmaz. Hoş kokan bu geleneksel lezzetin oldukca şekerli bir tadi var. Siparişler geldikçe, masa da koyacak yer bile kalmıyor. Rüveyda ve Melis garsonların bu ilgisini bahşişle ödüllendirdikten sonra kafeden ayrılıyoruz.
Yağmur dinmiş, yerini güneş almış. Karşımızda Hassan II Tower tüm ihtişamıyla duruyor. Şehrin ortasından gecen Bou Regreg Irmağı’nın üstündeki köprüyü geçerek kuleye varıyoruz.

Bu kule, zamanının en yüksek kulesi olması amacıyla yapılmaya başlanmış ancak kralın ölümünden sonra 80 metre yerine 44 metrede kalmış. Kulenin içinde Kral Muhammed V`nin mozolesi de bulunuyor. Buradan şehri kuşbakışı izlemek oldukça güzel.




Rabat turumuzu bu güzel manzarayla tamamlıyoruz. Sırada, beyaz evler diyarı Casablanca var.


7 Aralık 2013 Cumartesi

Fas'a Doğru...

                                                                                                    


        Aylardır gün saydığımız 15 kasım geldi çattı… Yapılan planların hayata geçirilme vakti.. Önce her zamanki gibi Türk kahvemizi içtik, fal bakmayı bilmememize rağmen kapattık tabi el alışkanlığı.. Bir yandan şakır şukur para hesapları diğer yandan bavula ne koysak telaşı… Eee kolay değil tabi  küçük bir el bavuluyla macera dolu 15 gün  bizi bekliyor. Ayni zamanda facebooktan  arkadaşlarla son konuşmalar, en önemli iletişim programımız skypedan ailelerle vedalaşmalar…Hale`nin internetsiz geçireceği 15 gün için olan telaşları.. Betül`ün bu durum karşısındaki umursamaz tavırları vs. vs. evdeki durum bu yani… 
        Derken Facebook`ta Almeria`ya gelmiş Türklerin gönderisini görüyoruz. Arkadaşlar kalkıp taaa Ciudad Real` den Almeria `ya ( bizim küçük sevimli şehrimize) gelmişler ve Almeria Erasmus sayfasında iki kelam laf etme isteğiyle bu şehirde Türk var mi yok mu diye sormuşlar.. Eee biz bunu gördük, durur muyuz tabi ki hayır :D  Biz de bir mesaj göndererek bir buluşma ayarladık.  Bulundukları yer bizim eve uzak olmasına rağmen biz de araba var geliriz dediler. Biz de sinsi gülümsemeler hemen belirdi. Bavullarımız için hiç yoktan bir araba çıkıvermişti. 
        Aaaa bu arada falları açmayı da unutmadık tabii… Tıpatıp aynı çıkan fallar, seyahatimizin ne kadar macera dolu olacağının habercisiydi.
            Bunun şaşkınlığıyla ve arkadaşların da geldiklerini öğrenerek apar topar evden çıktık.  Her cuma günü bize ` Bu hafta Fas`a gidiyor musunuz?` diye soran, bizim hayır cevabımızdan sonra kahkahalar atan ev arkadaşımız Caroline `ne de en tatlı öpücüklerimizi ve evin kirasını da bırakarak evden ayrıldık. 
         Sahil kenarında bir bankta buluşacağımız arkadaşları beklerken, her arabaya acaba onlar mı diye bakarken, karşıdan yürüyerek bir grubun geldiğini gördük… Evet evet onlardı ve yürüyerek geliyorlardı. Neyse hiç bozuntuya vermedik tabii, belki de araba yakınlarda bir yerdeydi. Lakin, değildi.. Sonuç hüsran… Çay içmeye gideceğimiz yere yürüdük. Allahtan valizlerimizi taşıdılar (!!). İki muhabbetin belini kırdıktan sonra, yol arkadaşlarımız Melis ve Rüveyda’nın evine gittik. 
          Daha ortada ne bir feribot bileti, ne de bir tren bileti vardı Fas için. Gece uzun nasıl olsa alırız diye düşünüp muhabbete daldık. Onların evinde de hazırlıklar son sürat sürmekteydi. 3- 5 saat uyuma umudumuzu da yitirdikten sonra sabaha karşı aldık biletleri. 
               Saat 07.30…Evetttt yola çıkıyoruzzzz. Sıfır uyku, bol heyecan, hafif korku bindik bir taksiye… 

Saat 08.00 `de ki otobüsümüze kendimizi attık… Deniz kıyısından yola koyulduk ;) 



                    

                          
                              Bilinmeyen maceralara...